Türkiye’de dini azınlık olmak, sıra dışı bir duygu. Bir Musevi olarak toplumun %1ini bile temsil etmiyor olmama rağmen, hiçbir zaman açık bir şekilde ayrımcılığa maruz kalmadım. Bunun sebebi dillerden düşmeyen “Türk hoşgörüsü” mü yoksa dikkate alınmayacak kadar küçük bir grubun parçası olmam mı bilemiyorum. Lisede gönüllü olduğum bir toplum hizmetleri projesi kapsamında Türkiye’nin çeşitli illerini gezmiş ve öğretmenlik yapmış, bir çok farklı görüşte insanla iletişim kurmuş biri olarak açıkça söylüyorum, Türkiye toplumu için “gayrimüslim” sözcüğü soyut bir kavram. Sıradan bir Türk, Türkiye’de gayrimüslim grupların varlığının farkında, ancak bu gruplarla günlük hayatta nadiren etkileşime geçmiş.
Yabancı olduğun bir gruba karşı empati kurmak zor bir şey. Bu sebeple azınlık gruplar, günlük hayatında ayrımcılığa maruz kalmasa da, politik anlamda potansiyel günah keçileri olabileceklerinin farkında. Çünkü toplum, kutuplaşma olduğu zaman, tanıdığı taraftan yana. Dini kimliğin Türk siyasetinde büyük bir rol oynadığını fark etmek için basit bir tarih bilgisi yeterli. Bunu açık bir şekilde itiraf etmeye çekinsek de 15 Temmuz darbe girişimi ve sonrası, azınlık grupları daha savunmasız bir pozisyona sokuyor. Bunun sebebi o gece din üzerinden yapılan örgütlenmeden ziyade genel olarak azınlıkların siyasi iklimdeki rolü. Bu sene Çağdaş Yahudi Edebiyatı dersinde okuduğum Nathan Englander’ın “Ministry of Special Cases” kitabı düşüncelerime tam anlamıyla tercüman oluyor. Arjantin Kirli savaşında Musevi bir aileyi konu edinen roman, azınlıkların siyasal hengamelerdeki durumunu trajikomik bir şekilde kaleme alıyor. Arjantin Kirli savaşı, askeri darbe sırasında ordu ve aşırı sağ örgütlerin, sol görüşlü vatandaşlara karşı uyguladığı insan avına deniyor. Bu insan avı, devlet tarafından örtbas ediliyor ve 18-19 yaşındaki bir çok genç “kayboluyor”. Kaybolan gençlerin %12si Yahudi. Arjantin’de Yahudi popülasyonunun %1den az olduğunu düşünürsek, Yahudilerin savaş sırasında hedef alındığına kanaat getirebiliriz. Kitabın benim için en can alıcı kısmı, kaybolan oğulları Pato’nun sol bir örgüte bağlı olup olmadığını öğrenmeye çalışan Kaddish ve Lillian Poznan’ın, bir aile yakınını sorguladıkları sahne. Pato’nun siyasal kimliğini öğrenemeye çalışan çift, “Oğlunuzun en büyük kabahati, 19 yaşında olması” cevabını alınca, Kirli savaşın gerçekleriyle yüzleşmek zorunda kalıyor. Pato ile aynı yaşta bir azınlık olarak kimliğimin bana karşı kullanılması, en büyük kabuslarımdan biri. Ne de olsa her kabusun, biraz da olsa gerçeklik payı vardır. “Sefarad” 1492 yılında engizisyon mahkemeleri tarafından İspanya’dan kovulan, dünyanın çeşitli ülkelerine dağılan Yahudilere verilen isim. Yani Sefarad Yahudisi olmanın temelinde göç yatıyor. Engizisyon mahkemelerinden 500 sene sonra, aynı grubun yaşadığı yere ait hissetmeme durumu ve siyasal gündeme kurban gitme paranoyası, oldukça trajik. Homojen bir ülkede azınlık olmak, herkes için tehlikeli bir durum. Ancak, aitsizlik hissi bir Yahudi için tehlikeli olduğu kadar sıradan.
2 Comments
Zeki Hasanusta
10/23/2016 02:35:31 pm
Eline sağlık Eran.
Reply
Eran Sabaner
10/24/2016 05:37:04 pm
Çok teşekkür ederim. Benim kitabı okurken ilgimi çeken nokta, sizin de üstüne değindiğiniz "ortak düşman" kavramının sadece günümüz Türk siyasetinde değil, farklı coğrafyalarda ve farklı tarihsel dönemlerde görülmesi. Konu dini azınlıklar ve özellikle Yahudiler olunca, örneği çok oluyor (pogromlar, engizsyon mahkemeleri ve tabiki holokost).
Reply
Leave a Reply. |
Kimsin?Ben Eran, doğma büyüme İstanbulluyum. Boston Tufts Üniversitesinde ikinci sınıf öğrencisiyim, Sanat Tarihi ve Film & Medya okuyorum. Beni ders calışmak yerine sergi gezerken, yeni açılmış bir restoranı denerken veya Netflix’de 10 bölüm üst üste Gilmore Girls izlerken (eski takıntım İşte Benim Stilim’di, bir gelişme var) yakalayabilirsiniz. Popüler kültür, çağdaş sanat ve edebiyat ilgi alanlarım, ancak bu blogda kimlik kavramına yoğunlaşmak istiyorum. Ara sıra Türkiye özlemi çekip demleme çay hakkında methiyeler de yazabilirim, haberiniz olsun. Archives
July 2017
Categories |