Jon Rafman'ın 'Yutucuların Yutucusu' (L' Avalee des avales) adlı heykeliGeçen hafta, üniversiteyle ilgili tüm işlerimizi bitirmiş olmanın verdiği heyecan ve mutlulukla, bir grup arkadaşım ve ben San Diego’ya bir-iki günlük bir tatile gittik. San Diego bizim okulumuza pek yakın ve finallerini bitiren son sınıf öğrencilerinin San Diego’da toplanması bir gelenek. San Diego’da bir kumsalda yürürken foklara ve denizaslanlarına bakıyoruz bir süre. İnsanlardan biraz uzak kayalıklarda grup halinde dinlenmeyi seçiyor bu hayvanlar genellikle. Derken, insanların yoğunca olduğu küçük bir kumsalda yerde yatan bir fok gözümüze ilişiyor. Onu fark etmemiz bile ilginç aslında çünkü uzaktan daha çok kumla kaplı bir kayaya benziyor. İnsanlarsa etrafını çevirmemiş ama yine de kumsal kalabalık ve insanlar sık sık yanına kadar gidiyor fokun. Ölmüş mü? Gidip bakmak istiyoruz; ama ölmüşse bunu görmek isteyip istemediğimizden emin olamıyoruz. Yine de kumsala inmeye niyetli olduğumuzdan buraya kadar gelmişken inip ayağımızı suya değdirmeye karar veriyoruz. Bu arada da foka yardımcı olabilir miyiz, anlamaya çalışacağız. Böylece yavaş yavaş iniyoruz küçücük kumsala. Fok bu arada biraz hareket ediyor ve ölmediğine seviniyoruz, ama bu sevincimiz uzun sürmüyor. Biz biraz suyla oynayıp foku rahatsız etmemek adına uzaktan seyrediyoruz. Sanırım yaşlı ve çok hasta. Suya geri gitmek ister gibi gözükmüyor. Ona en iyi yardımın onu rahat bırakmak olduğuna karar veriyoruz, aynı zamanda gidip sahil görevlilerine haber veriyoruz. Bizi biraz başlarından savıyor gibiler. Beni rahatsız eden olaylar tam da burada başlıyor. Bazı turistler foka ilişip fotoğraf çekinme yarışına giriyorlar. Yanına kadar gidip, bu ölmekte olan hayvanı rahatsız edip, zafer işaretleri yaparak Facebook sayfalarında paylaşacak fotoğraflar ediniyorlar. Yerde yatan fok rahatsız gözüküyor ve aslında bu gibi durumlarda insanlara saldırabiliyorlar, ancak bu fok kendini savunamayacak kadar hasta. Sanırım bu yazının anahtar söz öbeği bu: Kendini savunamayacak kadar… Bu arada işler fotoğrafla kalmıyor. Bir kadın tekme atmak ve dürtmek arasında bir hareketle foku iteliyor. Başka birisi torununun eline terlik verip, yerde yatan hayvanı harekete geçirmesini söylüyor. Bir adam fokun karşısına geçip onu tehlikede hissettirecek kadar yüksek sesle ‘Burada n’apıyorsun? Hareket et biraz!’ diye anlamsızca bağırıyor foka. Bu arada hayvan başını doğrultuyor, ama kendini savunamıyor. Bizler arkadaşlarımla bu sahneyi yaklaşık 45 dakika izledik. İnsanları oradan uzaklaştırmaya da çalıştık, ancak bu pek mümkün değildi. Sonuç olarak bir grup turistin ölmekte olan bir canlıyı dakikalarca taciz edişine tanıklık edip, çaresizce yetkililerin bu konuda bir şey yapacağını umut ederek oradan ayrıldık. Bu sahne benim aklımı çok kurcaladı sonrasında. Bu yalnızca bir fokla ilgili değildi. Hatta düşüncülerimin merkezinde fok değil, insanlar vardı. Sırf güç onun elinde olduğu için, bir insanın kendini koruyamayacak durumdaki bir canlıyı böylesine taciz etmesi… Bunun bir şey için iyi bir metafor olduğuna emindim. Hemen sonrasında, pek de ilginç bulmayacağınız gibi, o fokun yerinde bir insanı hayal etmeye çalıştım. Foku, yerde savunmasızca yatan, üzerine kum atarak kendini diğer insanlardan saklamaya çalışan hasta ve yaşlı biriyle değiştirdim kafamda. Ve onun yanına ilişip fotoğraf çekinmeye çalışan turistleri gözümde canlandırdıkça midem biraz daha bulandı. İnsanlar ellerine güç verildiğinde tehlikeli hale gelebiliyorlar, eminim ki bunu siz de biliyorsunuz. 1974 yılında, performans sanatçısı Marina Abramovic’in düzenlediği bir performans bunu açıkça gösteriyor. Performansın adı Rhytm 0. Abramovic, İtalya’da Studio Morra’da, önüne 72 obje koyuyor, 6 saat boyunca insanların kendisine ne isterse yapmasına izin verdiğini belirten bir yazının ardında kıpırdamadan durmaya karar veriyor. Önündeki masada ise çiçekler ve kuş tüyü gibi objelerin yanında silah, bıçak ve jilet gibi zarar vermek için kullanılabilecek objeler de var. Bu 6 saat boyunca önceleri insanlar onun eline çiçekleri sıkıştırıyor, onu bir sandalyeye oturtuyor. Daha sonraları ise işler çirkinleşiyor. Bıçakla vücudunda kesikler açıyor kimisi. Birkaç kişi onu taciz etmeye başlıyor. Bir kişi silaha mermi koyup, başına dayayıp, Abramovic’nin elini tetiğe koyuyor. Abramovic ise başından beri çok kararlı ve biri ona tecavüz etmeye ya da onu öldürmeye da kalksa kendisini savunmayacak. Ve bu savunmasız canlıya saatlerce işkence ediliyor farklı şekillerde. 6 saatin sonunda ise Abramovic hareket etmeye başladığından etrafındaki insanlar ondan kaçmaya başlıyor ve yüzüne bakamıyorlar. Sizce de bu çok trajik değil mi? Güç elinde olduğunda, insanlar çok kolayca kendini savunamayan başka bir canlıya işkence edebiliyor ve hatta bundan zevk alabiliyorlar. Hepimiz –ben dahil- bu satırları ‘Ama ben öyle değilim’ rahatlığıyla okuyordur eminim. Ve fakat aslında hiçbirimiz bu foku taciz edenlerden, Abramovic’in vücudunda kesikler açanlardan ya da Nazi Almanyası’ndaki işbirlikçilerden bir tık üstün canlılar değiliz. Diğer bir deyişle, “Ben asla böyle bir şey yapmam.” diyerek vicdanımızı rahatlatıp, kendimizi avutmak anlamsız. Bizi farklı kılacak tek şey, öncelikle herhangi bir canlının vücut bütünlüğüne zarar vermeye hakkımız olmadığı bilincini edinmek, Daha sonra eleştirel düşünebilmek ve çoğunluktan bağımsız fikirler ve tepkiler üretebilmek, Ve mutlaka empati becerilerimizi geliştirmek. (Sanırım dünyanın şu anki koşullarında da en acili bunun üzerinde çalışmak) Son olarak, ben o gün oradan ayrılmadan, sahil yetkililerini bir şeyler yapana kadar rahatsız etmediğim için pişmanım. Bu nedenle, son görevimiz de kendisini savunamayan bir canlı veya bir kişi için sesimizi yükseltip, kendi gücümüzü adalet için kullanabilmek. Yoksa medeniyetten sapıp, büyük balığın küçük balığın üzerinde gücünü denediği bir toplumda yaşamak korkutucu şekilde kolay gözüküyor. Abramovic’in Rhytm 0 performansı hakkında daha fazla bilgi: https://www.elitereaders.com/performance-artist-marina-abramovic-social-experiment/
0 Comments
Leave a Reply. |
Kimsin?Canım annem ve güzel kalpli babamın pek sevgili ortanca kızıyım. Yarı Kürt asıllıyım. İstanbul’da büyüdüm, üniversiteyı Kaliforniya’da okudum ve şu an Philadelphia'da yaşıyorum. Pomona College’da sinir bilimleri (neuroscience) okudum ve şu an University of Pennsylvania’da (UPenn) araştırmacı olarak çalışıyorum. İşimin dışında bol bol şarkı söylüyor, keyifle yemek yapıyor, animasyon hayalleri kuruyor, her fırsatta yeni birileriyle tanışıp gevezelik etmeye bayılıyorum. Sosyal adalete inanıyor, bunun için çalışıyorum. Hünkar beğendi, yaprak sarması ve Ali Nazik kebabını pek özlüyorum. Tarçını oldum olası sevmem. Kahvaltının mutlulukla bir ilgisi olduğuna ben de inanıyorum. Şimdilik kendimi 22 yıldır tanıyorum, daha iyi tanıdıkça size de anlatmayı planlıyorum. Archives
November 2017
|